(Uğur Mumcu’nun Ardından)

 

Kuzey Ren Westfalye Eyaleti genellikle soğuk ve yağışı bol olan bir bölge. Ama bu yılda kentin üstüne çöken sis sürekli  yağış ve sert havasıyla çekilmez oldu. Kiminle konuşsam şikayetçi. İnsanlar yaşama ve birbirleri ile insani ilişkilerini sürdürme heveslerini de yitirmişler. Bilim adamları, uzmanlar „günümüzde bir yanda küreselleşme adı altında dünyada yaratılan kaosun etkisi, öbür yandan iş yerlerinde ağırlaşan çalışma koşulları ve yoksullaşmaya eklenen hava kirliliği insanı ruhen de yıpratıyor, hatta kişiliğini kirletiyor. Bu nedenle tüm dünyada önümüzdeki yıllarda ülkelerde anarşizm, iç ayaklanmaların ve komşu ülkelerle çatışmalar daha da artacak“ sözleriyle toplumsal ve siyasi gelişmelerin insan psikolojisi üstündeki etkinliğini özetliyorlar.

 

Ben ıslak, soğuk sisli havadan kaçarak, bir an önce eve varmaya ve zamanında Köln Radyosu’nun akşam yayınlarına ulaşmaya çalıştım. Koşarak radyonun düğmesine bastım. „Arabasına bomba yerleştirilen Cumhuriyet Gazetesi yazarı Uğur Mumcu Parçalanarak öldü“ duyduğum ilk cümle oldu. İnanamadım kulaklarıma. Bu cümlenin ardından gelen ne bir haberi, ne de bir tek cümleyi anlayabildim Taşa kesilmiştim sanki. Eşim de kulaklarına inanmamış olmalı ki tekrar tekrar sordu. Benden bir yanıt alamayınca ve rengimin kireç beyazına döndüğünü görünce paniğe kapıldı. Sol yanıma güçlüce dürttü.

 

„Ne oldu sana“ dedi.

 

„Nasıl acımasız olduğunu görüyorsun gericiliğin. Uğur Bey ülkemizin ender yetiştirebildiği bir yazar, araştırmacı ve dava adamıydı“ yanıtını verdim.

 

O başını salladı. Gözlerindeki bulutlar yağmura durdu.

 

„Yazık oldu. Biliyor musun, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı için konsolosluğun yaptığı toplantıda siz sohbet ediyordunuz, çevrenizi Camiciler sarmıştı. O an onların bakışlarından ürkmüştüm. İkinizi yiyeceklerdi sanki“ dedi.

 

Münster Başkonsolosu Duray Polat Bey, Uğur Bey’i davet etmişti. Ayakta uzun uzadıya sohbet ettik. Yazılarını kaçırmıyordum.İlhan Selçuk’a yazdığım bir mektupta „Seni, Mustafa Ekmekçi, Uğur Mumcu ve Oktay Akbal Hocamızı yeniden bir arada okumak istiyoruz“ demiştim. Binlerce Cumhuriyet okuyucusu gibi onların Cumhuriyet’ te ayrılığını sindirememiştim içime. Onların tekrar

 

Cumhuriyet Gazetesine dönüşü dille anlatılamaz biçimde sevindirmişti beni. Bu toplantıda onunla bir arada olmanın ayrı bir tadı vardı. Konuşmamızda o belki de dostluğumuzun pekiştiğini belirtmek için şunları söylemişti.

 

„Ben de annem gibi Malatya doğumluyum. Ancak benim nüfus’a kayıt yerim orası olmadığı için dostlarımın çoğu bilmez ve Malatyalı da saymaz. Oysa ben kendimi hep Malatyalı saymışımdır. Malatya’yı ve Malatyalıları çok severim. Birazda dayılarıma benzerim belki de ondandır“ dediğinde gülüştük hep birlikte.

 

Oradakilerden biri „Türkiye’deki demokrasi ve Kürt sorunu yani PKK konusunda ne düşünüyorsunuz?“ dedi.

 

„Demokrasi konusu çok uzun. Cumhuriyetin ilanından beri tartışılıyor. Bizim anladığımız demokratik ortamı yaratmak ve onun kurumlaştırmak çok zaman isteyen bir iş olduğu kadar, zor bir iş de… Bunu kim yapacak? Demokratik güçler yapacak. Hani nerede onlar? İşte sosyal demokratlarımız üç ayrı parti içindeler. Devrimci solcularımız, sosyalistinden en Marksist’ine kadar kırk ayrı parçaya bölünmüşler. Sömürücü, dinci ve gerici kesimle uğraşmak-tan çok, birbirleriyle uğraşıyorlar. Sağ liberal odaklarımız dış mihraklara göbekten bağlanmışlar“ sözleriyle siyasi yelpazenin demokrasi konusuna bakışını vurguladı. Ardından Kürt sorununa geçti.

 

„Kürt sorunu demokrasi sorunudur. Bunu PKK’dan ayırmak gerek. Ben PKK konusunda bir seri hazırlamaya çalışıyorum. Buraya onların çıkardıkları yayınları ve dağıttıkları, bildiri, afiş gibi belgeleri toplamak ve dosyala-

 

mak için geldim. Sanırım çok iyi bir doküman ortaya çıktı. Öyle düşünüyorum ki, şimdiye değin bu konuda yazdıklarım ve yayınladıklarımdan çok daha fazla tatmin edecek beni bu dizi. Elime geçirdiğim bilgiler ve dokümanlar bana bu kanıyı veriyor…“

 

Konuyu açtı, geçmiş isyanlarda iki tarafın da gördüğü zararları anlattı. Bir soluklanışında ben bir soru yönelttim.

 

„Uğur Bey iki kardeş bile geçinemeyince ayrılıyorlar. Biz aynı çatı altında yaşıyoruz. Dilli yasak olan biziz. Her gün dayak yiyen biziz. Hatta pislik yedirilen. Bunun bir sonunun olması gerekmez mi?’’

 

Güldü elini omzuma koydu.

 

„Ben de aşağı yukarı aynı içerikteki soruyu sorumlulara sık sık yönelttim. Elbette ülkemizde kötü bir yaklaşım var ki, olaylar taban buluyor. Ben de Türk ve Kürt halkı arasındaki kardeşlik ve kan bağının kopmaması için mutlaka bu eşitsizliklerin, olumsuzlukların bir muhasebesi yapılmalıdır, giderilmelidir, diyorum. Bu konuda sık sık da yaz-dım. O nedenle bana Kürtçü dediler. Komünist dediler. Ayrılığa, bölünmeye karşı çıktım. Kemalist, burjuva ajanı dediler. Ne derlerse desinler. Ben halkıma, Türkiye’de yaşayan Kürt’e, Türk’e, Laz’a, Abaza’ya, Ermeni’ye yani tüm insanlara hizmet ettiğimi biliyorum. Kız kardeşimin eşi Kürt. Ben onu kardeşimden daha çok seviyorum. Çocukları yeğenlerim. Arkadaşlarımın çoğu Kürt. Böyle milyonlarca Türk ve Kürt evli. Bunları ayırmak mümkün değil. Ayrıca doğruda değil. Hepimizin zararınadır. Amaç yeni devletler yaratmak olmamalıdır. Sömürülmeyen, her şart altında tüm halkına eşit olanaklar sunabilen onurlu toplumlar ve onurlu devletler yaratmak amaç olmalıdır. Bu nedenle PKK hareketine karşı çıkıyorum. Ama öbür yandan Kürdistan Demokrat Partisi, Türkiye Komünist Partisi, Türkiye Sosyalist Işçi Partisi’ gibi bölünmeyi hedef almayan siyasal hareketlerin bu konudaki görüşlerine saygı ile yaklaşıyorum. Bu konu özgürce tartışılmalıdır. Devlet bir dili yasaklar ve baskı uygularsa dış mihraklara dayanan güçler halk içinde taban bulur ve amaçlarına ulaşırlar. Ben bunları savunuyorum. Ama ne yazık ki bizim yetkililer de, bizim bazı demokratlar da kimseyi dinlemiyorlar. Birbirimizi biraz dinlemeye ve anlamaya çalışsak, sanırım bir çok sorun irin haline gelmeden çözümleriz, gerici kesimin de üstüne daha güçlü gidebiliriz…’’

 

Uğur Mumcu bu sözleriyle sadece Türkiye’nin çeşitli milliyetlerden oluşan halklarının birliğini değil, Dünya emekçi güçlerinin birliğini de savunduğunu vurgulamış oluyordu. Karşı söylenecek bir tek söz yoktu. Ardından, Türkiye’de 1980 askeri darbeyle güçlenen dinci gerici kesimin çalışmalarına ve onlara  destek veren Türkiye’nin dışındaki güçlere değindi. Asıl korktuğu tehlikenin bu alanda geliştiğini şöyle vurguladı.

 

“Bence ülkemiz içim asıl tehlike PKK hareketi değildir. Dinci akımlar korkutuyor beni. Süleymancılar, Nakşibendiciler, Nurcular vs. gibi akımlara buralarda ve başka ülkelerde besleyen, destek veren güçler var. Almanya Ortodokslara karşı Katolikleri besledi, kışkırttı. İşte Yugoslavya’nın durumu. Suudi – Amerika destekli güçler bizde gelişiyor. Burada Karases açık açık halifelik ilan ediyorsa, bilmem kim kendisini Şeyhülislam ilan ediyorsa, Alman devleti halen bunları bağrına basıyorsa, düşünmek gerekmez mi? Ayrıca nasıl Türk ırkçılarıyla İslamcı gruplar arasında bir bağ varsa, eskiden beri ırkçı Kürtlerle gene bu İslamcı güçler arasında bir bağ var. Bunlarla ilgili çok iyi belgeler topladım. Yakında bir seri halinde yayınlamaya çalışacağım, büyük bir sarsıntı yaratacağına inanıyorum“ dedi.

 

Tam o arada Başkonsolos Duray Bey gülerek yaklaştı.

 

„Nereye varsanız, orayı karıştırıyorsunuz“ sözleriyle takıldı. Duray Bey göz kırptı, yürüdü, gitti. Eşim benimle Uğur Bey’in arasına girdi.

 

„Başkonsolos sizleri uyarıyor galiba. Çevrenizi saranlar, tehlikeli gerici kesim“ dedi yavaşça. Ben omuz silkeledim.

 

Uğur Bey gözüme baktı ve yavaşça fısıldadı kulağıma eğilerek. „Hanımefendi haklı, yer değiştirelim“ dedi.

 

Bozuntuya vermeden bir kaç saniye daha laf ettik, ayrıldık. Gerçekten etrafımızı saranlar daha önce Diyanet – Ataşesi’nin ardında korumacı gibi dolaşan ve onun yanında el pençe duranlardı. Bir ara gerçekten „buradaki demokrat-lar, ilericiler ne oldu?“ diye düşündüm!

 

Acaba, Başkonsolos Duray Bey de, eşim gibi o gün ürktü, Uğur Beyin başına böyle bir oyunun geleceği duygusuna mı kapıldı? Bu soru şimdi beynimi kemiriyor.

 

„Uğur Bey annenizin bir hemşerisi olarak sizi bu gece konuk etmek istiyoruz. Kabul ederseniz bizi sevindirmiş olursunuz“ dedim ayrılırken.

 

„Çok sağ olun. Bu gece Duray Bey’in konuğuyum. Yarın erkenden geri dönüyorum. İkinci gelişimde söz bir kahvenizi içeceğim“ dedi.

 

El sıkıştık ayrıldık. Artık konuğum olamayacak Uğur Bey. Ama o akşamki sıcakça, dostça davranışları ve anlattıklarıyla her an beynimin konuğu olarak yaşayacaktır. Onun ardından ancak şunları söyleyebiliyorum:

 

„Uğur Bey, dokuz yaşında Türkçe öğrenmeye başlayan, Kürtçe konuştuğu için öğretmenlerinden sayısızca dayak yiyen bir kişi olarak Türk ve Kürt halkının tek bir çatı altında kardeşçe yaşayacaklarına inanıyorum. Halkımızı tekrar karanlığın zindanına çekmeye ve ülkemizi parçala-maya hiç bir kesimin gücü yetmeyecektir. Benim gibi milyonlar buna inanıyor. Senin bu konudaki kardeşlik duygularını paylaşıyor. Senden ve bilimden öğrendiklerini çevresine kavratmaya çalışıyor. Sen rahat uyu. İnsan olan her kişi sana bu tuzağı düzenleyen güçleri lanetliyor.

 

Lanet olsun Türkiye halkını birbirine kırdırmak isteyen güçlere! Lanet olsun Türkiye’yi Cezayir’e veya Humeyni İran’ına çevirmek isteyenlere!

 

Lanet olsun Türkiye’yi Hitler Almanya’sına veya Franko İspanya’sına çevirmek isteyenlere! Lanet olsun özgürlük ve demokrasi savunucularına saldıranlara!

 

Lanet olsun insanlığı ve dünyamızı kirletenlere!

 

Ardından başka söylenecek bir söz bulamıyorum. Havalar gene bu günler soğuk esiyor. Her taraf  ıslak ve kirli bir sis içinde ama yitirmedik umudumuzu Uğur Bey!..’’

 

 

 

Milliyet: 02 Şubat 1993

 

Barış Ağıtı ( Sanat Yapım Yayıncılık, Ankara .1996