Türkiye’den başta Almanya olmak üzere Avrupa’ya iş göçü yarım yüz yılı evvelki yıl doldurdu.

Avrupa’ya iç göçümüz II. Dünya savaşından Hitlerin Almanya’sı taş üstünde taş kalmadığı biçimde yenilgiyle çıktıktan sonra yıkılan Nazi Hükümetinin ardından Sosyal Demokrat ve  Hıristiyan Demokrat patiler ve hükümetler ülkeyi yeniden kalkındırmak için el ele verdi. Amerika Birleşik Devletlerin Marshall Planıyla Almanya’yı sanayi alanında kalkındırmaya karar vererek destekledi. Böylece Almanya genç ve meslekli iş gücüne ihtiyaç duydu. Yunanistan, İtalya, İspanya ve Türkiye başta olmak üzere bir çok ülkede iş gücü talep etti.

O tarihte başbakan olan İsmet İnönü’yü Çalışma Bakanı olan Bülent Ecevit Almanya’ya iş gücü vermeye ikna etti. Gerekçesi “Almanya’ya gidecek olan insanımız, orada gelişen teknik ve sosyal bilimlerdeki gelişmeleri günü gününe aktararak Türkiye’nin bilimsel alanda hızla gelişmesine katkıda bulunacaktır.” Ama evdeki hesap pazara uymadı.

Eğitim hakkı doğal insan hakları içinde sayıldığı için o tarihte yapılan iki ülke arasındaki ’iş Gücü Sözleşmesi’nde oldukça önemli bir durum vardı. Buda “Almanya’da var olan tüm yasalar karşısında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan ve Almanya’da yaşamaya başlayan vatandaşlar Alman Vatandaşları ile aynı haklara sahip olacaklar. Ülkenin tüm olanaklarından eşit bir şekilde yararlanacaklardır.”

 

ANA DİL HAKKI

Bu sözleşmeye dayanarak başta Almanya olmak üzere Almanya, Fransa, Hollanda da çocuklarımız anadillerini okul dersliklerinde öğrenme hakkına sahip oldular. Binlerce öğretmen  Avrupa’ya yerleşen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının çocukları için okul dersliklerinden öğretmen olarak çalışmaya başladılar. Bunların büyük çoğunluğunu doğrudan Türkiye Milli Eğitim Bakanlığı görevlendirdi. Bugün hallen başta Almanya olmak üzere Avrupa’nın bir çok ülkesinde binlere varan öğretmenimiz Anadil dersi öğretmeni olarak çalışmaktadır. Almanya‘da Duisburg-Essen Üniversitesi Türkçe Öğretmenliği bölümünü dersliklerine ekledi.

Zaten 1952 yıllından beri Avrupa Birliğine üye olan ülkeler için hangi milliyet ve inançta olursa olsun aynı yaşta 12 çocuk bir araya getirilir ve bir dil için yerel il idaresi ve İl Eğitim Müdürlüğüne baş vurursa o çocukların öğretmen ve derslik ihtiyacı başta olmak üzere gerekli okul ihtiyaçları karşılanır. Diğer dersliklere uygulanan ve yararlandırılan bütün olanaklardan yararlana bilirler. Sorun aynı yaşta olan en az 12 çocuk veya gencin bir araya gelebilmesidir. Son yıllarda bu ülkelerde öğretmenlerin çalışma sürelerinin uzatılmamsının veya yeni dersliklere yer verilmemesinin nedeni bu sayıyı bulmamasından kaynaklanmaktadır. Özellikle ikinci ve üçüncü nesil çocuklarını yaşadığı ülkenin dillini doğru konuşamayan Anadil dersi öğretmenlerine göndermiyorlar. Özelliklede Türkiye’den gönderilen öğretmenlerin pedagojik olarak da yetersiz görmekteler. Bu nedenle aynı yaşta olan 12 öğrenci bir araya gelen okul sayısı bir çok eyalet ve kentlerde parmakla sayılacak kadar az.

 

KİM KİMİ ÖRNEK ALMALI

Bunları neden anlatıyoruz? Açıklamamızın nedeni Türkiye Başbakanı ‘Demokrasi. Reform Paketini açıklarken Anadil öğrenme hakkı konusunda “Avrupa Birliği ülkelerinin Türkiye’yi örnek alması gerektiği” açıklamasıdır.

Acaba sayın Başbakanımız, ne kadar öğretmenimizin başta Almanya olmak üzere Avrupa’da çalıştığını bilmiyor mu? Bilmemesi mümkün değildir. Acaba “Bizi örnek almaları gerekir.” Cümlesiyle ‘ülkelerinizde yaşayan insanları asimile etmek istiyorsanız, devlet okulu dersliklerinden  ana dilleri kaldırarak tamamen paralı özel okullara mecbur kılın’ mı demek istiyor?

Zaten başta Almanya olmak üzere bütün Avrupa Birliği ülkelerinde devlet dili dahil onlarca başka dilleri öğreten paralı okullar, dil kursları veren kurumlar var. Önemli olan Devletin bir insanın  ana diline saygılı olması ve onu yasalarla koruma altına alarak yaşamasına ve gelişmesine katkıda bulunmasıdır. Bu sadece Anadil konusunda değil inançlar konusunda da böyledir.

 

İNANÇ ALANINDA EŞİTLİK

Avrupa’da Hıristiyanların Katolik, Protestan, Neu Pastor, Ortodoks başta olmak üzere onlarca mezhep ve ibadethaneleri var. Devlet hepsine eşit mesafededir. Elbette Devlet bunların güvenliğini sağlıyor ve koruyor. Aynı şekilde Sinagog, Cami, Cem Evi ve daha yüzlerce farklı inanç kurumu var. Bunlarında yasal Statüsü Kiliselerle eşit ve devletle aynı mesafededirler.

Türkiye’de  böyle midir? Başbakanımızın açıkladığı paketten durum öyle midir? 24 Milyon civarında olduğu söylenen Alevi Vatandaşların kendilerine ibadet yeri olarak gördükleri Cem Evleri için yaklaşımı nasıldır?

Bu pakette bir cümle ile “Cem Evleri ve diğer inançlardaki ibadet yerleri de yasal olarak. Diyanet Bakanlığımızın çatısı altındadırlar. Camilerin yararlandığı tüm yasal haklara onlarda sahiptirler.” Diye yazılsaydı gök mü çökerdi meclisin başına? Yaksa ülkede gerçekten demokrasi rüzgarı mı eserdi, ve insanlar kardeşçe bir birini kucaklar mıydı?

Eğer dil ve inançlar konusunda bir eşitlik sağlansaydı bu “Demokrasi Reform Paketi” ile Türkiye belki huzura kavuşurdu. Bu haliyle Türkiye’ye huzur değil, kaos getirecektir. Kadınını kapatan, cezalar artırarak, baskıyı yaygınlaştırarak gençliği, halkı korkutarak sükunet sağlayacağını sanan bu yapı ötekileştirmeyi daha da derinleştirir.

Ne yazık ki Türkiye’yi bu ‘Reform Paketi’ ile Avrupa’nın insan hakları bildirgesinden daha da uzaklaşmıştır. “Türkiye Cumhuriyeti Başbakanını ve Reform Paketini tüm Avrupa alkışlıyor” diyenler gerçeği tersine çeviriyorlar.

Avrupalı politikacılar ve bilim adamları bu aldatmaca yasalarla Türkiye’nin önümüzdeki yıllarda büyük bir çıkmazın, kaosun içine yuvarlanacağını dile getiriyorlar.

Avrupa’nın hiç bir ülkesinde bir cenaze ile güvenlik güçleri karşı karşıya getirilmez. Tersine onların geçit alanları koruma altına alınır, güvenlikle törenlerinin sona erdirilmesi sağlanır. Almanya’da hiç bir Üniversite veya bir başka okulda  polis yoktur. Yürüyüş ve Miting alanlarında katılımcıların geçiş güvenliği sağlanır ve hiçbir şekilde müdahale edilmez. Sert ve hakaret edici bir

tavır içine giren güvenlik görevlisi bir an bile o görevde kalmaz, hızla cezalandırılır ve meslekten ihraç edilir.

Sonuç olarak Avrupalılar Türkiye Başbakanı’nın açıkladığı bir “Demokrasi Reform Paketi” olarak değil, bir ötekileştirme ve cezaları artırma paketi olarak görüyor.

 

02.Ekim.2013