(Uğur Mumcu’nun Ardından II)

 

Yıllar geçti ayni tas, aynı tarak değil. Soframızda ne  bakır ne porselen tas kaldı. Yerini plastik tas bile bulmak zorlaştı. Uğur mumcu sık sık sadece milletin sofrasındaki ekmeğe değil topraklarına göz konulduğunu anlatırdı. Bu gün ki haberlerin ardından beni Uğur Mumcu ile görüştüğümüz son toplantıya ve o kötü haberi duyduğum ana götürdü. O zaman şunları yazmıştım:

 

“Kuzey Ren Westfalya Eyaleti genellikle soğuk ve yağışı bol olan bir bölge. Ama bu yılda kentin üstüne çöken sis sürekli  yağış ve sert havasıyla çekilmez oldu. Kiminle konuşsam şikayetçi. İnsanlar yaşama ve birbirleri ile insani ilişkilerini sürdürme heveslerini de yitirmişler. Bilim adamları, uzmanlar ‘’günümüzde bir yanda küreselleşme adı altında dünyada yaratılan kaosun etkisi, öbür yandan iş yerlerinde ağırlaşan çalışma koşulları ve yoksullaşma ya eklenen hava kirliliği insanı ruhen de yıpratıyor, hatta kişiliğini kirletiyor. Bu nedenle tün dünyada önümüzdeki yıllarda ülkelerde anarşizm, iç ayaklanmaların ve komşu ülkelerle çatışmalar daha da artacak’’ sözleriyle toplumsal ve siyasi gelişmelerin insan psikolojisi üstündeki etkinliği ni özetliyorlar.

 

Ben bu ıslak, soğuk sisli havadan kaçarak, bir an önce eve varmaya ve zamanında Köln Radyosu’nun akşam yayınlarına ulaşmaya çalıştım. Koşarak radyonun düğmesine bastım.

 

‘’Arabasına bomba yerleştirilen Cumhuriyet gazetesi yazarı Uğur Mumcu Parçalanarak öldü’’ duyduğum ilk cümle oldu. İnanamadım kulaklarıma. Bu cümlenin ardından gelen ne bir haberi, ne de bir tek cümleyi anlayabildim. Taşa kesilmiştim sanki. Eşim de kulaklarına inanmamış olmalı ki tekrar tekrar sordu. Benden bir yanıt alamayınca ve rengimin kireç beyazına döndüğünün ayrımında olunca paniğe kapıldı. Sol yanıma güçlüce dürttü. Yüzüne baktım.

 

‘’Ne oldu sana’’ dedi.

 

“Nasıl acımasız olduğunu görüyorsun gericiliğin. Uğur Bey ülkemizin ender yetiştirebildiği bir yazar, araştırmacı ve dava adamıydı.’’ dedim.

 

O başını salladı. Gözlerindeki bulutlar yağmura durdu.

 

‘’Yazık oldu Biliyor musun, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı için konsolosluğun yaptığı toplantıda siz sohbet ediyordunuz, çevrenizi camiciler sarmıştı. O an onların bakışlarından ürkmüştüm. İkinizi yiyeceklerdi sanki.’’ dedi.

 

Münster Başkonsolosu Duray Polat Bey, Uğur Bey’i davet etmişti. Ayakta uzun uzadıya sohbet ettik. Yazılarını kaçırmıyordum. Geçen yıl İlhan Selçuk’a yazdığım bir mektupta ‘’Seni, Mustafa Ekmekçi, Uğur Mumcu ve Oktay Akbal hocamızı yeniden bir arada okumak istiyoruz’’ demiştim. Cumhuriyet’te onların ayrılığını sindirememiştim içime, binlerce Cumhuriyet okuyucusu gibi ben de. Bu toplantıda onunla bir arada olmak çok sevindirmişti beni. Konuşmamızda o belki de dostluğumuzu pekiştiğini belirtmek için şunları söylemişti.

 

‘’ Ben de annem gibi Malatya doğumluyum.  Ancak benim nüfusa kayıt yerim orası olmadığı için dostlarımın çoğu benim orada doğduğumu bilmez ve Malatya’lı da saymaz. Oysa ben kendimi hep Malatyalı saymışımdır. Malatya’yı ve Malatyalıları çok severim. Birazda dayılarıma benzerim belki de ondandır.’’ dediğinde gülüştük hep birlikte.

 

Oradakilerden biri  “Türkiye’deki demokrasi ve Kürt sorunu yani PKK sorunu konusunda ne düşünüyorsunuz?“  sorusunu yöneltti.

 

“Demokrasi konusu çok uzun. Cumhuriyetin ilanından beri tartışılıyor. Bizim anladığımız demokratik ortamı yaratmak ve onun kurumlaştırmak çok zaman isteyen bir iş olduğu kadar, zor bir iş de… Bunu kim yapacak, demokratik güçler yapacak. Hani nerede onlar? İşte sosyal demokratlarımız üç ayrı parti içindeler. Devrimci solcularımız, sosyalistinden en Marksist’ine kadar kırk ayrı parçaya bölünmüşler. Sömürücü, dinci ve gerici kesimle uğraşmaktan çok, birbirleriyle uğraşıyorlar. Sağ liberal odaklarımız dış mihraklara göbekten bağlanmışlar’’ sözleriyle siyasi yelpazenin demokrasi konusuna bakışını vurguladı. Ardından kürt sorununa geçti.

 

“ Kürt sorunu demokrasi sorunudur. Bunu PKK’dan ayırmak gerek. Ben bu kez PKK konusunda bir seri hazırlamaya çalışıyorum. Buraya onların çıkardıkları

 

yayınları ve dağıttıkları, bildiri, afiş gibi belgeleri toplamak ve afişlemek için geldim. Sanırım çok iyi bir doküman ortaya çıktı. Öyle düşünüyorum ki, şimdiye değin bu konuda yazdıklarım ve yayınladıklarımdan çok daha fazla tatmin edecek beni bu dizi. Elime geçirdiğim bilgiler ve dokümanlar bana bu kanıyı veriyor…“

 

Konuyu açtı, geçmiş isyanlarda iki tarafın da gördüğü zararları anlattı. Bir soluklanışında ben bir soru yönelttim.

 

“Uğur Bey iki kardeş bile geçinemeyince ayrılıyorlar. Biz aynı çatı altında yaşıyoruz. Dilli yasak olan biziz. Dayak yiyen biziz. Bunun bir sonunun olması gerekmez mi?’’

 

Güldü elini omzuma koydu.

 

“Ben de aşağı yukarı aynı içerikteki soruyu sorumlulara

 

sık sık yönelttim. Elbette ülkemizde kötü bir yaklaşım var ki, olaylar taban buluyor. Ben de Türk ve Kürt halkı arasındaki kardeşlik ve kan bağının kopmaması için mutlaka bu eşitsizliklerin, olumsuzlukların bir muhasebesi yapılmalıdır, giderilmelidir, diyorum. Bu konuda sık sık da yazdım. O nedenle bana Kürtçü dediler. Komünist dediler. Ayrılığa, bölünmeye karşı çıktım. Kemalist, burjuva ajanı dediler. Ne derlerse desinler. Ben halkıma, Türkiye’de yaşayan Kürt’e, Türk’e, Laz’a, Abaza’ya, Ermeni,ye yani tüm insanlara hizmet ettiğimi biliyorum. Kız kardeşimin eşi kürt. Ben onu kardeşimden daha çok seviyorum. Çocukları yeğenlerim. Arkadaşlarımın çoğu Kürt. Böylece milyonlarca Türk ve Kürt evli. Bunları ayırmak mümkün değil. Ayrıca doğru da değil. Hepimizin zararınadır.

 

Ayrıca amaç yeni devletler yaratmak olmamalıdır. Sömürülmeyen her şart altında tüm halkına eşit olanaklar sunabilen onurlu toplumlar ve onurlu devletler yaratmak amaç olmalıdır. Bu nedenle PKK hareketine karşı çıkıyorum. Ama öbür yanda örneğin bir Kürdistan Demokrat Partisi, Türkiye Komünist Partisi, Türkiye Sosyalist İşçi Partisi’ gibi siyasal hareketlerin bu konudaki bakışlarına, görüşlerine saygı ile yaklaşıyorum. Bu konu özgürce tartışılmalıdır. Devlet bir dili yasaklar ve baskı uygularsa diş mihraklara dayanan güçler halk içinde taban bulur ve amaçlarına ulaşırlar. Ben bunları savunuyorum. Ama ne yazık ki bizim yetkililer de, bizim bazı demokratlar da kimseyi dinlemiyorlar… Birbirimizi biraz dinlemeye ve anlamaya çalışsak, sanırım bir çok sorun irin haline gelmeden, çözümleriz ve gerici kesimin üstüne daha güçlü gidebiliriz…’’

 

Uğur Mumcu bu sözleriyle sadece Türkiye’nin çeşitli milliyetlerden oluşan halklarının birliğini değil, Dünya emekçi güçlerinin birliğini de savunduğunu vurgulamış oluyordu. Karşı söylenecek bir tek söz yoktu. Ardından, Türkiye’de 1980 askeri darbeyle güçlenen dinci gerici kesimin çalışmalarına ve onlara  destek veren Türkiye’nin dışındaki güçlere değindi. Asıl korktuğu tehlikenin bu alanda geliştiğini vurguladı.

 

“Süleymancılar, Nakşibendiler,Nurcular vs. gibi akımlara buralarda ve başka ülkelerde besleyen, destek veren güçler var. Almanya Ortodokslara karşı Katolikleri besledi, kışkırttı. İşte Yugoslavya’nın durumu. Suudi-Amerika destekli güçler bizde gelişiyor. Burada Karases açık açık halifelik ilan ediyorsa, bilmem kim kendisini Şeyhülislam ilan ediyorsa, Alman devleti halen bağrına basıyorsa düşünmek gerekmez mi? Bunlarla ilgili çok iyi belgeler topladım. Yakında bir seri halinde yayınlamaya çalışacağım, büyük bir sarsıntı yaratacağına inanıyorum.’’ dedi.

 

Tam o arada Başkonsolos Duray Bey gülerek yaklaştı.

 

‘’Nereye varsanız, orayı karıştırıyorsunuz’’ sözleriyle takıldı.

 

Duray Bey bir göz kırptı, yürüdü, gitti. Eşim benimle Uğur Bey’in arasına girdi.

 

Başkonsolos sizleri uyarıyor galiba. Çevrenizi saranlar tehlikeli gerici kesim’’ dedi yavaşça.

 

Ben omuz silktim. Uğur Bey gözüme baktı ve yavaşça fısıldadı kulağıma eğilerek.

 

‘’Hanımefendi haklı, yer değiştirelim’’ dedi.

 

Bozuntuya vermeden bir kaç saniye daha laf ettik, ayrıldık. Gerçekten etrafımızı saranlar daha önce Diyanet Ataşesi’nin ardında korumacı gibi dolaşan ve onun yanında el pençe duranlardı. Bir ara gerçekten ‘’buradaki demokratlar, ilericiler ne oldu?’’ diye düşündüm!

 

Acaba, Başkonsolos Duray Bey de, eşim gibi o gün Uğur Beyin başına böyle bir oyunun geleceği duygusuna mı kapıldı? Bu soru şimdi beynimi kemiriyor. Ben oradan erken ayrılmak zorundaydım.

 

‘’Uğur Bey annenizin bir hemşerisi olarak sizi konuk etmek istiyoruz. İsterseniz gelip alırız sizi. Bizi sevindirmiş olursunuz…’’ dedim ayrılırken.

 

Çok sağ olun. Bu gece Duray Bey’in konuğuyum. Yarın erkenden geri dönüyorum. İkinci gelişimde söz bir kahvenizi içeceğim’’ dedi.

 

El sıkıştık ayrıldık. Artık konuğum olamayacak Uğur Bey. Ama o akşamki sıcakça, dostça davranışları ve anlattıklarıyla her an beynimin konuğu olarak yaşayacaktır. Onun ardından şunları söyleyebiliyorum:

 

Uğur Bey, 9 yaşında Türkçe öğrenmeye başlayan, Kürtçe konuştuğu için öğretmenlerinden sayısızca dayak yiyen bir kişi olarak Türk ve Kürt halkının tek bir çatı altında kardeşçe yaşayacaklarına inanıyorum. Halkımızı tekrar karanlığın zindanına çekmeye ve ülkemizi parçalamaya hiç bir kesimin gücü yetmeyecektir. Benim gibi milyonlar buna inanıyor. Senin bu konudaki kardeşlik duygularını paylaşıyor. Senden ve bilimden öğrendiklerini

 

çevresine kavratmaya çalışıyor. Sen rahat uyu. İnsan olan her kişi sana bu tuzağı düzenleyen güçleri lanetliyor.

 

Lanet olsun Türkiye halkını birbirine kırdırmak isteyen güçlere!

 

Lanet olsun Türkiye’yi Cezayir’e veya Humeyni İran’ına çevirmek isteyenlere!

 

Lanet olsun Türkiye’yi Hitler Almanya’sına veya Franko İspanya’sına çevirmek isteyenlere!

 

Lanet olsun özgürlük ve demokrasi savunucularına saldıranlara!

 

Lanet olsun insanlığı ve dünyamızı kirletenlere!

 

Ardından başka söylenecek bir söz bulamıyorum. Havalar gene bu günler soğuk esiyor. Her taraf  ıslak ve kirli bir sis içinde ama yitirmedik umudumuzu Uğur Bey!..”

 

 

Cellatlar ve Sonuç:

 

Bu  yukarda ki satırlar 02 Şubat1993 Günü Milliyet Gazete’sinin “Söz Sizin” köşesinde yayınlandı.  Uğur Mumcu bu günlerde çorap söküğü gibi uzayan gerici güçlerin yapısına 7 yıl önce değinmekle kalmıyor, belgeliyordu. Ben 1991  yıllında içinde ‘Sizi de Yakmalı” adlı yazı dizimde  bunların dışarıdan ve içerde silah tüccarlarınca, savaştan çıkarları olanlarınca beslendiğine özellikle vurgu yapmıştım. Nedense yetkili güçler kulak vermiyorlar aydınların, araştırmacıların çalışmalarına. Halende “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” anlayışından kurtulmuş değiller.

 

Yetkililer, demokrasiyi sadece fundamentalist görüşün hakim olması için isteyen kesime karşı halen hoşgörülü davranıyor. Ama bilimden, aydınlıktan, çağdaş bir demokrasiden yana olan  aydınlara ve  sol kesime karşı amansızlar. Bugün sayın Bülent Ecevit “Bunların devlet içinde uzantılarının Olabileceği“n den söz ediyor. Oysa Uğur Mumcu gibi bir çok yazar, aydın bunları yıllardır yazılarıyla belgeleriyle ortaya koyuyordu. Özellikle bunların Suudi Arabistan ve İranlılarca finanse edilerek Avrupa ülkelerinde eğitildiğini sık sık yazıldı. Son yıllarda yazar Metin Gür özellikle bu konunun üstünde durdu. Onlarca yazısı belgelerle Milliyet ve Cumhuriyet’te yayınlandı. Nedense yetkililer bunların hiç birini ciddiye almak istemedi. çağdaş bir demokrasiyi isteyen demokrat ve sol güçlere karşı bu Fundamentalist Cellatları vurucu bir tim olarak kulandı.

 

“Kendi koynunuzdan beslediğiniz yıllan ile bugün kendiniz uğraşın”  diyesi geliyor insanın. Ancak bu korkunç canavardan hepimiz zarar göreceğiz. Bunlar özünde 12 Eylül darbecilerin ürünüdür. Ancak o günden beri yurt dışına çıkan siyaset ve devlet adamların çoğu da bu dinci gerici kuruluşları ziyaret ederek taban bulmalarına katkıda bulundular. Eğer bunların kökünün kurulması isteniyorsa Sayın B. Ecevit ve Dışişleri bakanlığı önce kendilerine bağlı kurumları bir elekten geçirmeli. Onlarla içli dışlı olan bu Avrupa ülkelerindeki konsoloslukları ve çalışanlarının bu gerici kuruluşları desteklemekten uzaklaştırmalıdır. Bunların Avrupa’daki eğitim merkezleri temizlenmeden Türkiye’de bunların yuvalarını kurutmak olanaklı değildir…

 

Henüz gelişmekte olan bir ülkenin siyasi iktidarı ve sanayi sermayesi, uluslar arası silah tekellerine bağlı hareket ediyorsa, özelliklede 1500 yıl önceki yaşam biçimini inanç şemsiyesi altında savunan kesimleri destekliyorsa, o ülkede ne bilim adamlarının, aydınların yaşam garantisi var, ne orada işlenen cinayetler aydınlanır, ne de o ülke çağdaşlaşma yolunda sağlıklı bir çizgi tutturabilir.

 

Biz ne kadar rahat uyun desek bile ne Mustafa Suphi ve arkadaşları, ne Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kalpakkaya ile arkadaşlar, ne Prof. Üçok, Prof. Aksoy, Uğur Mumcu, Prof. Kışlalı ve daha yüzlerce aydın ve bilim adamı toprağında rahat uyuyabilir…

 

İki Kanaldan Beslenen Edebiyat  –  Deneme,  Gelişim Sanat Yayınları, Antalya, Ekim 2012