Baran’ı büyük annesi çağırdı. Koşarak  geldi  sarıldı büyük annesine.

„Ninesi kurban olsun, bu güzel oğlana” dedi Hatice Nine. Sonra  elindeki kovayı ona uzattı.

„Yavrum içeçek suyum kalmadı. Koşarak şunu doldurup getirir misin  İmam Zeynel Abidin Çeşmesi’nden?

Baran onun gözlerine dikti gözlerini. Gönülsüz ellerini kovaya uzattı. Konuşacak oldu. Onun söyleyeceklerini annaladı yaşlı kadın.

„Yavrum, biliyorum su taşımak kolay değildir. Ama bu şehrin sularında kireç akıyor. Pas akıyor. Zıkım hayvan tezeği  gibi  kokuyor .” dedi.

Baran kolları denge sağlasın diye öbür kovayıda kaptı. Çıktı dışarı. Su almaya giden yalnız kendisi değildi.

Kentin suları gerçekten çok kolurluydu. Eskimiş demir borular  paslanmıştı. Her sabah suların musluğunu açtığında ilk iki, üç dakika pas akıyordu. Mahleli yemek ve çay yapmak için yakınlarında bulunan eski den Halep yolu olarak anılan patika yolun üstündeki çeşmeden su getiriyorlardı. Yaşlılar bu karşı tepenin eteğinde akan suyun kutsal  ve bir çok derde şifa olduğunu söylüyorlar. Gerçekten bu su ile demlenen çayın tadı ve rengi çok güzel oluyordu. Yemeklerin lezetide kentin boru şebekelerininden akan sularla yapılan yemeklerden daha güzel . Yöre halkı arasında yaygın olan bir rivayete göre  İmam Zeynel Abidin bir gün orada geçerken iki küçük kız çoçuğunun  susuzlukta dudaklarının çatladığını ve yürüyemediklerine rastlar. Çocukların annesi de bitkindir. Yavrularını taşıyacak gücü kalmamış. İmam Zeynel Abidin yanlarına varır diz çöker, önce onların saçlarını okşar. Sonra ellerini açar ve başını kaldırır gökyüzüne diker gözlerini,  Tanrıya seslenir :

„Yarabim, bu  çaresiz kullun Zeynel Abidin sana sığındı.  Bu günahsız yavrularına bak. Bunlara  ve bunlardan gelecek nesile bur avuç su ver” der. Gözlerinden damlalar bir tesbih tanesi gibi yere dökülür.  O an gök gürler, yer sallanır ve göz yaşlarının döküldüğü yerden bir su fışkırır. Çocuklar ile annaleri ellerini yüzlerini yıkarlar, sudan  kana kana içerler. Kendilerine geldiklerinde çoktan  İmam Zeynel Abidin oradan uzaklaşmıştır. Onun izine bir daha rastlamazlar.

Baran bu söylentiyi yüzlerce kez büyük annesinde dinlemişti.  Ona getirdiği her suyun ardında büyük annesi onu göksüne basıp „İmam Zeynel hep yanında olsun, yardımcın olsun„ dediğini anımsadı .

Baran mahleli diğer çocuklarla birlikte ellerindeki boş kovalarla havada daireler çizerek,  şarkılar söyleyerek, biri öbürünü  kovalayarak çeşmeye vardılar. Ellerini yüzlerini yıkadılar, avuç, avuç içtiler ve kovalarını doldurdular.

Ellerini yüzlerini yıkadılar.  Dağlara bakarak içlerine temiz kır çiçeklerinin yele verdiği kokudan çektiler.

Elif çeşmenin yukarısında çalılıklar arasında açan Leylakları ve papatyaları gördü, gidip onlardan bir deste topladı.

Dönüyordu ki çalılıkların iki yanında bir tespih tanesi gibi dizilmiş Kurbağaların kayalıklara doğru gittiğini gördü. Hayatında hiç görmemişti böyle bir şey, ve kimsedende böyle bir şey duymamıştı. Hamen bağırdı:

„Ey çocuklar, ey arkadaşlar gelin! Gelin, bakın burada ne göreceksiniz ? Bin bir çeşit kurbağa kayalıklara gidiyorlar.”

Çocuklar ellerindeki su kovalarını oradan bırakarak onun yanına gittiler.  Hepsi bir ağızdan „Bah, bah, bunlar da ne, böyle renk, renk kurbağa mı varmış?” diye bağırdılar. Osman ayaklarıyla birkaç tanesini tekmeledi. Ayşe ve Elif hemen ona bağırdılar.

Elif geldi iki yakasından tutu Osman’ın ve onu salladı.

„ Ulan eşek herif, bilmiyor musun bunlarda senin gibi canlı? Bir daha bunlara zarar vermeye kalkarsan, bende senin kafanı ezerim“ dedi.

Ayşe eline aldığı bir küçük Kurbağayı okşarken Osman’a baktı. „Pis , canlı düşmanı. İnsan bunlara kıyar mı? Bunların, kime zararı var?’ dedi.

Osman dikleşti. „Babanızın malına mı zarar veriyorum? Size ne oluyor?” dedi.

O cümlenin ardından tekrar bir Kurbağaya bastı. Elif yerinden fırladı ‘ Ulan hayvan, ben sana  onlara zarar vermeyeceksin demedim mi?’ dedi ve saldırdı Osmana.

Ali ikisinin arasına girdi. „Haydi arakadaşlar, bırakın dadaşmayı, evdekiler su bekliyor. Şimdi hepimiz birlikte evdekilerden azar işiteceğiz” dedi. Güçlü kollarını Osman’ın omuzlarına doladı onu hem Elif’ten hemde kurbağalardan uzaklaştırarak çeşmeye sürüklercesine götürdü.

“Osman alinin güçlü kolları arasında  yere bakarak yürürken sitem edercesine konuştu. „ Ali abi, bilmiyorum neden sen hep bu Elif’i koruyorsun?”

„Osman, bırak öyle gereksiz sitemleri. Elif düşündüğünü söyleyen mert bir kız. Canlıları sever, kuşu da, kurbağayı da, karıncayıda korur.  Geçenlerde kardeşi bir yılan öldürdü diye ona neler yaptığını sen biliyorsun.

O doğanın yarattığı her canlının korunmasını savunuyor. O da bunu neden yaptığını bilmiyor. Ama içinde canlıları sevmek ve korumak geliyor.  Haklıda bizim nasıl bir canımız varsa hayvanlarında bir canı var. Onlarında yaşama hakkı var.” dedi Ali.

Baran bütün olanlara sesiz kaldı. Birkaç yüz metre kurbağalarla birlikte kayalıklara doğru yürüdü. Elif elinde ki

çiçekleri okşadı, sonra Baran’a seslendi.

„Baran, dön haydi! Hatice Nine seni bekliyordur” dedi.

Baran onun yanına geldiğinde çiçekleri ikiye böldü. “Bunları Hatice Nineye ver. O çiçekleri çok sever” dedi.

Baran bir eliyle çiçekleri tutu, öbür eliyle gömleğinin peşine yerleştirdiği iki ayrı renkte ki kurbağaları tutu.

Çeşmeye vardıklarında kurbağaları  kovada ki suyun içine bıraktı.

„Bunların yaşam dünyası sudur” diye mırıldandı Elif.

Baran ellerindeki çiçekleri taç haline getirdi, Elif’in başına koydu. Onun elindeki çiçekleri aldı. Çiçekleri taç olacak biçimde ördü kendi başına koydu. „ Ben eve varınca da  Kentimizin küçük kiraliçesi Elif bu çiçekli  tacı Hatice Hatuna yolladı derim ve onun başına korum” dedi. ikiside göz göze bakarak gülümsediler. Kovalarını alıp mahleye varıncaya kadar bir tek kelime söylemeden yana yana yürüdüler.

Baran eve varınca elinde ki kovaları bıraktı.  Elif’in verdiği çiçeklerden yaptığı tacı Ninesinin başına koydu. „Bu çiçekleri Elif topladı ve  sana yoladı.” dedi.

Hatice Nine  onları alıp baktı, kokladı, duygulandı gözleri dolu dolu oldu. „ Bu kız tıpkı benim çocukluğumun bir kopyası sanki” diye mırıldandı. Sonra Baranı çekti, göksüne bastırdı ve yanaklarından öptü.

„Bu çiçekleri yolluyan o mis kokulu kıza da ve bunları getiren yavruma da  Hatice Nineleri kurban olsun. Tanrım sizin bu güzelliğinizi bozmasın.  İmam Zeynel Abidin hep yardımcınız olsun!” dedi.

Ellerini havaya açtı, gökyüzüne baktı. Sesizce onlar için  tanrıya yalvararak duayı sürdürdüğü anlaşılıyordu.

Hava güneşliydi, ancak soğuktu, yeniden torununa döndü. „Yavrum havada kar kokusu var, bu soğuk fena çarpar, dikkatli ol!” diye seslendi.

Baran kovadan dışarı çıkmak için çaba harcayan Kurbağaların yarattığı hafif su çırpıntılarının sesiyle onları hatırladı. Onlara yöneldi. İki avucunun içine alarak sudan çıkardı. Nine, ne getirdim, sana bak!” dedi.

Hatice Nine, kurbağa seslerini severdi. Baharda  göleklerde, çayırlarda ve derelerde biriken sularda çoğalan kurbağaların yıldızlı gecelerde oluşturdukları koru sesini  oturup saatlerce dinlerdi. „O muhteşem salonlarda hazırlanan hiçbir koru, hiçbir usta dengeşör bunlar kadar ahenkli bir müzik seslendiremezler” derdi.

O bu cümlelerini kendi içinde sesizce teklararladı. Sonra torununa gözlerini dikti ve başladı konuşmaya:

„Ne kadarda güzellermiş. Nerde buldun ve yakaladın onları, Ninesi kurban?” dedi  o an yüzü değişmişti gülüyor muydu yoksa ağlayacak mıydı ? Anlayamadı Baran onu. Birkaç saniye ona baktıktan sonra yanıtladı onu.

„İnanılmaz şey, Ninem.  Renk renk binlerce kurbağa  gölden çıkmışlar. Ormanlıkta ki kayalıklara gidiiyorlardı. kayalara tırmanıyorlardı. Üstelik yan yana, ard arda askerler gibi sıraya dizimişler. Öylede bir çabuk yürüyorlarki insan kendi iki gözüyle görmese inanamaz.”

„Ninesi kurban, neden  onları  sürüsünden ayırdın? Yazık etmişsin.”

„Sen kurbağaları seversin. Ayrıca ben böyle renkli, pullu kurbağaya hiç rastlamamıştım. Bunları görünce sevinirsin diye düşündüm.”

Hatice Nine kurbağaları torunun elinde aldı suya bıraktı. “Bunlar su kurbağası, bunlar sudan dağa kaçıyorsa bir nedeni vardır. Yazık etmişsin sürüsünden ayırmakla.”

Baran büyük annesinin ağzından sözü kaptı:

„Koyun değillerki sürüsü olsun, bunlar kurbağa, Ninem.”

O torununun başını okşadı. “Baran’cığım, insanların dışında ki tüm canlılar için grup halinde yaşıyorlarsa, birlikte hareket ediyorlarsa veya bir arada bulunuyorlarsa onlara sürü denir.  Koyun sürüsü denildiği gibi, at sürüsü, kurt sürüsü,  tilki sürüsü, kuş sürüsü, kurbağa sürüsü, yılan sürüsü de denir.

Baran iki eliyle iki kulağını çekti ve seslice konuştu: „Yaşa be Ninem! Senden bir şey daha öğrendim. Sen mektebe gitseydin dünyanın en yi öğretmeni olurdun” dedi.

„Haydi yavrum,  koşarak git annen ile babana söyle,  Bahçenin arkasına çadır kursunlar. Bende geliyorum. Ayrıca Halana telefon et. Onlarda evden uzağa behçenin içine çatır kursunlar ve bu birkaç gün orada kalsınlar.

Ellerini çabuk tutsunlar. Sonrada bu kurbağaları aldığın yere götür bırak. Çabucak eve annen ve babanın yanına dön” dedi.

Hatice Nine bunları söylerken dudakları titremeye başlamıştı. Baran şaşırdı baba annesinin bu haline.

Sonra kendisini toparladı: “Şaka mı yapıyorsun, Ninem? Yaşanır mı bu kış günü çadırda?

„Yavrum, yaşamak istiyorsan gerektiğinde sıcağa da, soğuk havaya da katlanacaksın. Yaşamak için kazaya, belaya, afete karşı tedbir alacaksın. Hiçbir şeyi kadere bırakmayacaksın.”

„İyide  bir neden olmalıdır? Neden bu sebepsiz telaşın?’

“Ninesi kurban olsun, ne güzel soruyor benim küçük profesörüm. Benim ki yersiz bir telaş değildir, gelebilecek olan bir afete karşi tedbirli olmaktır.”

„Ortada olan bir şey yok, bir afet haberi de yok.”

„Var yavrum, var. Ninesi kurban var. Sen demedin mi, binlerce kurbağa küçük büyük sudan çıkmış  gölden uzaklaşarak kayalıklara tırmanıyorlar?”

„Bundan ne var ki? Ninem, hayvandır, biri sersemleşmiştir sudan çıkmıştır. Öbürleride peşlerine dizilmşlerdir.

Kaziban teyzenin oğlu Osman ‘bunlar sersemlenmiş’ dedi birkaç tanesini ayaklarıyla ezdi.”

„O çocuk hep zarar vermeyi, can acıtmayı seviyor. Canlıya zarar verenin hayatta hiç mi hiç şansı iyi gitmez. Hiç mutlu olmaz, yüzü gülmez. Bu yaşta yazık ediyor kendisine. Haydi yavrum, haydi Ninesi kurban koş, git annen ve babana söyle ellerini çabuk tutsunlar bir çadır kursunlar ben geliyorum. Halana da telefon etmeyi unutma! Sonrada dediğim gibi bunları götür kayalıklara bırak ve koşarak eve gel. Annen ile babana yardım etmeliyiz , çabuk davran” dedi.

Bunlar sersemleşmiş, sudan çıkmışlar. Burada bıraksam ne olur. Yok yavrum, bak burada kovadanda sudan çıkıp kurtulmak istiyorlar.”

„Sen bununla neyi açıklamak istiyorsun? Seni teleşlandıran, korkutan nedir ? Neden başladı dudakların titremeye?”

„Hayvan dediğin bu canlılar da en az insan kadar akıllıdırlar. Onun için …”

„Ne olmuş, onun için ?..”

„Bizim onlardan öğreneceğimiz çokşey var. Onlar doğada olacak affetleri çok önceden sezinlerler. İşitiyorsun şu köpek ve kedi seslerini sabahtan beri kapanmadı ağızları. Ayrıca komşumuz arabacı Murat’ın atı da durmadan kişniyor. Şu dalların üstüne, gökyüzüne bak! Sen hiç bu kadar kuş görmüş müydün bu dallarda ve bukadar kuş gökyüzünde bir arada?”

„Ah Ninem, ah, Sende herşeyden bir şey çıkarmaya çalışıyorsun. Hayvandır, havlarda, kişnerde.”

Elbette atlar varsa kişner, köpek varsa havlar.”

„Bu anlatacaklarımı zaşadığın sğrece hiç unutmamaya çalış, yavrum. Çeşitli hayvanlar ayni gün huysuzlaşıyorlarsa mutlaka bişr doğal afet olurç Ama ay zararlı ama çok zarar verir. Evcil hayvanlar ağıllardan dışarıza çıkmak için çırpınıyorlarsa, köpekler binalardan  uzaklaşarak havlıyorsa, kuşlar yuvalarına girmiyorsa, suda yaşayan hayvanlar sundan çıkarak  kayalıklara sığınmaya çalışıyorsa bu demektirki onlar olabilecek bir afeti sezinladiler. İnsanlarında onları örnek alarak kendi canlarını mallarını korumak için tedbir alması gerekir.”

„Öyle olsa ninem bunca bilim adabı bunca devlet kurumu bunları inlemez mi, bunlardan yararlanmaz mı?”

„Ninesinin küçük akıllı Profesörü. Bu saydıklarının içinde geçmişte derlenen tecrübelerden yararlananlar elbette olmuştur. Ancak bazı şeyleride görmemişler, anlamamışlar, veya görmemezlikten, anlamamızlıktan gelmişler.

Ayrıca felaketlerden, yıkımlardan, ölülerden yararlanmaya çalışanlar har zaman olmuştur ve olacaktır. Buralar kazanç için en kolay alanlar ve zamanlardır. “

Bu sözlerin ardından iki avcuyla belini tutu. Başını dikti. Karşıda görüneK Van kalesi’ne gözleri takıldı.  Vanı’ın en yüksek tepesinin üzerinde kurulu ve kerpiçten yapılmış olan bu koca kalenin gerçirdiği yüz yılları düşünmeye ve en azında kendisinin yaşadığı son 84 yılı ve atalarında onunla ilgili duyduğu masalları ,anıları bir sinama şeridi gibi geçirdi gözlerinin önünde. Bu kerpiç bina o yüksek tepenin üzerinde  tüm Van kentine, çevresine, tüm inşaat mühendislerine, mimarlarına ve Kandil Araştırma  Merkezinde çalışan yetkililere  meydan okuyan ve yeni büyük bir savaşta zaferle çıkmış bir kumandan edesıyla duruyordu sanki. Hatice Nine una uzun uzun bakarken gözleri Kalenin çevresinde dolaşan veya içinde çıkacak birini arıyordu sanki.

Baran’da o an kalenin alt tarfında bulunan kayalıklara o kurbağaların ulaşıp ulaşmadığını ve ulaştılarsa ne kadar yükseğe tırmandığını düşünüyordu.

Hatice Nine ciğerlerini şişirircesine derin bir nefes aldı. Sonra onu yavaş, yavaş  saldı dışarıya. Ardından yanında duran torunun saçlarına uzandı elleri onu okşadı.

„Ninesi kurban, sende seviyorsun çayırı, çimeni, ormanlığı tepeleri. Haydi koş, söyle annenle babana ellerini çabuk tursunlar. Kursunlar çadırı binadan uzağa. Çıksınlar o beton ve demir yığının içinden. Yavrularımı içine yerleştirsinler. Bende geliyorum. Bu hayvanların  sızlanan sesi, bu kar kokusu hayre alemet değildir” dedi.

Bunları söylerken gene gözleri Kerpiçten yapılmış Van kalesine takılmıştı. O ara Erzincan, Bingöl, İstanbul, Sakarya- Değirmendere depremlerini anımsadı ve o günlerde Televizyon ve radyolarda yetkililerin söyledikleri şu an söyleniyormuş gibi kulaklarında çınlandı. Bunun ardından döndü dedelerinden kalma evine baktı uzun uzadıya. On yıl önceki Van depreminde sadece sıvaları çatlamış dökülmüştü. Ama etrafında ki beton binalardan bir tanesi bile ayakta kalmamıştı. Dedesi için dualarda bulundu, kendi kendisine mırıldandı. „Dedemiz  ve rahmetli çocuklarımın babası demek ki bilgin insanlardı. Dokunmadılar atalarından kalan bu binaya. ‘Atalarımızın anıları var bu kerpiç binadan. Bunu bin saraya değiştirmeyiz‘ dediler. Olacakları önceden sezerlerdi. Günümüzde koca kentte ataların birikimlerinden yaralanmasını bilen, onların anılarına saygı duyup korumak isteyen insanın sayısı bir elin beş parmağı kadar bile kalmadı” diye mırıldandı. Sonra  kapıya kadar gitti duvarlara ellini sürdü.

Tekrar başladı konuşmaya, yanında biri vardı sanki.

„Büyük torunum, Şeymus’um Üniveriteyi bitirdikten sonra geldi, bu binanın iç ve dış duvarlarını cimantoyla sıvadı. Yeride fayans taşıyla döşedi. Temizliği kolaylaştı.  Birkaç yıl önce Seydom geldi, elimi öptü. ‘Anam , çocuklar büyüdü. Her biri bir oda ister. Çağ değişti. İzin verirsen bir Apartmana geçeçelim ‘ dedi. Ben sevmedim bu beton ve demir yığını binaları. Ama tek oğlan kıramadım. ‘Bir şartla, ben ölünceye kadar bu Ata yadiğarı evimde ayrılmam. Siz taşının çocuklarla. Ben gündüz yanınıza varırım, geceleri gelir buarada yatarım. Sabah ve akşam bahçesine al atarım, şehir yerinde sebzesizde olunmuyor,  Çocuklar sıkılınca buraya gelir ferahlanırlar. Daima iki ev bir evden iyidir Seydom’ dedim. Gönlünü aldım. Razılaştık. O koca felakette çok şükkür, onlar bu ata yadigarındalardı. Hiç birinin burnu bile kanamadı. Binanın sadece beton sıvası döküldü. Duvarları geniş.  Kerpiçte ki saman nedeniyle salantıya karşı esnek. Tavanda ki direkler ardıç ağacı ve tahta kaplamalı olduğu için ağırda değil. Kırılmaz sarsıntılardan kolay kolay. Depreme karşı dayanaklıdır. Dört yüz yıldan fazlaymış bu binanın yaşı. Allah korusun, bu bina  beton olsaydı hiç bu kadar zaman ayakta kalır mıydı. Çoktan öbürleri gibi yerle bir olup yok olmuştu. Tanrı Atalarımızın da, bu binaya emeği geçen ustalarında toprağını bol, mekanını cennet etsin” dedi.

Kente gelen turistler o binayı fotoğraflıyorlardı. Hatice Nine ne zaman dolaştığı kırda, tepelerde, kentte o güne kadar görmediği bir çiçek bulsa mutlaka bir fidesini getirip bahçenin bir yerine yerleştiriyordu. Bu ev Van’ın çiçekler müzsiydi sanki.  Bağdan, bahçeden anlamayan ve birkaç saksı çiçekten başka bir çiçeklerle yüzleşmemiş insanlar „Bu Turistlar neden bu kümes gibi evi  fotoğraflıyorlar?” diye biri öbürüne soruyordu. Kimi elin gavuru bunları fotoğraflıyacak ki ülkelerinde bizim ne kadar geri kalmış olduğumuzu gösterin, bizimle alay etsinler diyordu. Kimi de  her şey kötüye yorumlamayın belki ilgi çekiyor, çevresindeki çiçekler ağaçlar’ diyordu. O binanın yüzlerce yıl ayakta kalışı ,Otantik yapısı ile kendi içinde kentin 400 yıllık tarihini taşıdığının bilincinde değildi hiç biri.  Onlarca Mütahit ve Belediye Başkanı, Vali bu binanın yerini alıp orayı yıkmak için onlarca teklifle çalmışlardı Hatice Ninenin kapısını. Onlarda alaylı bir dille bu binanın sekiz veya on katlı binaların yanında duruşunu küçümsüyorlardı. ‘ Hatice Nine kızdığı zaman onlara ’bunlar Atalarına saygı duymayan, onlardan aldıklarını tüketen, miras yediler” derdi. O önerilen tüm teklifleri elinin tersiyle geri çevirdi. O binaya 15 yaşında, üç gün üç gecelik bir düğünle gelin gelmişti. 69 yılını o binadan geçirmişti. Zaten o zaman orası 3 veya 5 evlik bir yerdi. Kendiside orada doğmuştu. Bu nedenle „ben burada doğdum ve bu çatı altında öleceğim” derdi.

Hele o mutahitlerin, mimarların bu bina kerpiçtir. Bir gün çöker altında kalırsınız. Bugün  temelli beton, demir binalar varken bu yıkılmaya hazır binada kalmanın akıllı bir yanı yok” dediklerinde, Hatice nine ‘ Şu dere yerine, milli alan üzerine kurduğunuz bina yıkılmayacakta benim  kollarınızın uzunluğundan daha geniş duvara sahip, kirişi, direği ardıç ağacından olan, temelleri taş ve kayalık üzerinde olan binam mı yıkılacak?” diye yanıtlıyordu.

„Hatice Nine, bu mimarların işidir. Onun için okuduk milin üzerinede bina yapılır. Bu iş hesap, kitap işidir sizin aklınız yetmez” diyorlardı.

Bu sözleri söyleyene „Bunların yaşada saygısı yok. Leş kargaları. Haydi, haydi işinize gidin. Sizin yaptığınız binalar Erzincan, İstanbul, Sakarya-değirmendere ve daha birçok yerde hafif bir salantıyla çöktüler. Binlerce insan öldü, sakatlandı ve binlerce yuva söndü. Leş kargaları, çocuk akıllarıyla beni kandıracaklar.” diyor ve kapıyı üzerlerine kapatıyordu.

Komşularına, çocuklarına “Yavrularım, sakın kanmayın bu şeytanlara. Bu binayı yapan ve şu karşı tepedeki kaleyi yapan insanlarada saygıları yok bu adamların. Bunlar yüzlerce yıldır dim dik ayakta duruyorlar. Şu dağ eteklerinde ki kayalıklar üzerine kurulu köy evlerine bakın hepsi yüz yılların evidir. Bunların hepside taş ve kerpiçtendir. Bu leş kargaları kör, görmüyorlar, görmek istemiyorlar. Akılları sadece insan dolandırıp para kazanmak ve şöhret sahibi olmakta. Ünvanlı diplamsı, mevkisi varmış, Diplomanız başınıza çalınsın. Bunlar insanı çıldırtır” diye söylenip dururdu günlerce.

Sakinleştikten sonrada Tanrı’ya yalvarırdı. „Sen bu biçare Kullunun kusuruna bakma! Onlara yaptığım beduaları lütfen duymamış ol. Onlar hatalı da olsa senin kullarındır. Bağışla onları” derdi.

Baran eve varıp Hatice Ninenin söylediklerini anne ile babasına aktardı. Seydo ağırdan aldı. „Annemin tedirginliği. Bu kış günü çadırda ne yapacağız” dedi.

Sultan eşinin yanına vardı. Elini omuzuna koydu. „Annem haklı. Baran ‘ın anlatıklarını duydun. Benimde içimde büyük bir huzursuzluk var. Bütün kuşlar, hayvanlar huzursuz. Bunlar bir şeyi haberliyorlar. Çadırı kurmak çok bir iş değil. Şimdi annem gelecek. Onunda gönlü hoş olsun” dedi.

Seydo Televizyon proğramında ki siyasi tartışmayı izlemeyi sürdürdü. Sultan eğildi eşinin önünde ki TV. nin uzakta yönlendiricisini aldı kapattı. Kollarından tuttu. ‘ El, ele verelim, Anen gelmeden şu çadırı kuralım” dedi.

Çadırı kurdular. İçine iki tane kilim getirdiler, seriyorlardı Hatice Nine vardı yanlarına.

„Yavrularım, kolay gelsin!” dedi.

O cümle ile birlikte yer sarsıntısı oldu ve birkaç saniye sürdü. Hatice Nine gözlerinin karardığını sandı, diz üstüne çöktü. Bir toz duman sardı her yanı.  Yeri gögü çığlıklar, iniltiler ve ağıtlar sardı. Kendilerini toparlayıp Seydo ile Sultan komşularının yardımına koştular. Baran korkudan hıçkırıklarla büyük annesinin göğsüne kapandı.

Hatice nine torununu bastırdı göğsüne, sonra öptü,” Korkma yavrum, her şey geçti, korkma!” dedi.

Sonra etrafına baktı, taş üstünde taş kalmamıştı. Ancak ata yadiğarı kerpiçten evi  savaştan zaferle çıkmış bir kumandan gibi olduğu yerde sapa sağlam duruyordu.

Hatice Nine toparladı kendisini. „Haydi Baran’ım komşuların yardımına biz de koşalım” dedi.

Elif ile küçük kardeşini bir gün sonra harebeler arasında çıkardılar.

Hatice Nine Elif’i görünce sevindi. Koştu kucakladı ve ikisini bastı göğsüne „Elif’im, güzel kızım benim,  İmam Zeynal Abidin yetişti sizin imdadınıza. Sizi bana bağışladı yavrularım’ dedi.

Elif ile memo’nun  buza kesilmiş ellerinden tuttu ve ikisini götürdü eve. Karınlarını duyurdu, yıkadı ve kendi yatağına yatırdı. Kendiside ikisinin arasına uzandı, başlarını göğsüne koydu . Öylece uyuttu. Ancak dokuz kişilik aileden başka bir tek insan kalmamıştı. Osman anesini, babasını ve sekiz kardeşlerini yitirmişti. Kendisinide ağır yaralı olarak hastahaneye kaldırmışlardı.

Ertesi sabah Elif, kardeşi Memo ve  Baran Hatice Nine’nin bahçesinde çiçekler topladı götürüp, hem kendisinin, hemde Ali, Ayşe ve Osman’ın evlerinin harebesinie göz yaşlarıyla bırakıp döndüler…

 

20 Kasım 2011

 

Berfın Bahar  (Kültür, Sanat ve Edebiyat Dergisi, Aralık 2011 Sayı:166)